Çevre koruma ile ilgili
hükümlerin anayasalarda yer alması 1950’li yıllara rastlar. 1970’li yıllarda
ekolojik tahribatın artması ve buna cevaben toplumların, ülkelerin ve
uluslararası toplumun geliştirdiği politikalar anayasa yapım süreçlerine de
etki etti ve çevre hükümleri artan bir oranda anayasalarda yer almaya başladı.
Dünyadaki ülkelerin anayasalarının yarısından fazlasının 1970
ortalarından itibaren yazıldığını ve mevcutların bir çoğunun da bu dönemde elden
geçirildiği düşünüldüğünde çevreye/çevre korumaya dair hükümlerin çevre
sorunlarının ve bilincinin arttığı dönemde anayasalara girmesi şaşırtıcı değil.
Türkiye’de 1982 Anayasası, Sosyal ve
Ekonomik Haklar ve Ödevler bölümünde 56. madde, ilk fıkrasında “Herkes sağlıklı
ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir ifadesiyle çevre hakkını temel
bir insan hakkı olarak Anayasa düzeyinde hukuk sistemine dahil etti. Bu hükmün
Anayasaya girmesindeki en önemli etken, Türkiye Çevre Vakfı’nın 1980’de
başlattığı bir hukuk projesi çerçevesinde dünyada çeşitli ülkelerin
anayasalarında yer alan çevre ile ilgili hükümlerin derlemesi, kamuoyuyla
paylaşması ve bir madde olarak Anayasa’da yer alması için teklif getirmesiydi. Devletlerin anayasalarında yer alan çevresel hükümler genelde
insanın çevre hakkına, insanın sağlıklı bir çevrede yaşama hakkına atıf yaparak
çevre korumada devletlerin ve kişilerin ödevlerine odaklanıyor. Ekolojik
Anayasa tartışmalarının bu hükümlerden ayrıldığı nokta ise doğanın da insan
gibi bir hak öznesi olup olamayacağı üzerine.
Doğanın
Hakları Olabilir mi?
Christopher D. Stone sivil haklar
hareketinin ertesinde ve modern çevre hareketinin doğduğu yıllarda yazdığı "Should
Trees Have Standing? Towards Legal Rights for Natural Objects? (1972) adlı
makalesinde, hukukun zaman içindeki gelişimini ele alıyor ve ormanlara,
okyanuslara, nehirlere, tüm diğer doğal varlıklara ve bir bütün olarak doğaya
yasal haklarının verilmesini savunuyordu. Toplumların çeşitli dönemlerde
belirli kişileri ve varlıkları hak sahibi olamayacak kadar yetersiz ve değersiz
gördüğünü söyleyerek örnek olarak çocukları, köleleri, kadınları, Amerikan yerlilerini,
etnik azınlıkları, akıl hastalarını, cenini ve yabancıları örnek gösteriyor.
Stone’a göre henüz yasal haklara sahip olmayan varlıklar, haklarını kazanana
kadar bizim yani hak sahiplerinin kullanımına tabii olarak
değerlendirilir.
Uluslararası platformlarda ve Türkiye’deki doğa
hakları tartışmalarının genelde atıf yaptığı iki anayasa var: Ekvador ve
Bolivya Anayasaları. Bolivya, dünyada doğanın yasal haklarını tanıyan ilk ülke
oldu. İklim değişikliğini önlemek, doğal varlıkların sömürülmesini engellemek
ve Bolivya halkının yaşam kalitesini yükseltmek adına alınan bu karar doğayı
insanla eşit satütüde kılıyor. 28 Eylül 2008’de refera ndumla kabul edilen Ekvador Anayasası’nın, 71.
maddesi hayatın gerçekleştiği doğanın ya da Pachamama’nın (Toprak
Ana) var olma hakkını tanıyor ve anayasal koruma altına alıyor.
Türkiye’de
Ekolojik Anayasa Süreci
Türkiye’de Ekolojik Anayasa ile ilgili tartışmalar 12 Eylül 2010’daki Anayasa referandumu
ertesinde başladı. Haziran 2011 seçimlerinden sonra gündeme gelen yeni anayasa
yapım sürecine ekolojik taleplerle müdahil olabilmek için 15 Şubat 2011’de
Ekolojik Anayasa Girişimi başlatıldı. Çevre aktivistleri, hukukçular,
milletvekilleri ve akademisyenlerden oluşan 40 kişilik imzacı grubunun
hazırladığı bir çağrı kamuoyuyla paylaşıldı. Sekreteryasını dönemin Yeşiller
Partisi’nin üstlendiği Girişim, yeni anayasasının sivil, demokratik ve
özgürlükçü olmasının yanısıra ekolojik olması gerektiğini ve doğanın
vazgeçilmez, devredilmez haklarının anayasal güvence altına alınmasını savunmak
için faaliyet göstermeye başladı. Bursa ,
İzmir, Ankara , Tekirdağ, Antakya, Diyarbakır ve Muğla'da
çevre aktivistlerinin ve hukukçulularının bir araya geldiği toplantılar düzenlendi.
Farklı anayasa çalışma grupları ile iletişime geçilerek ortak paydalar arandı.
15 Mayıs 2012’de İstanbul’da bir konferans düzenlendi.
Ekolojik Anayasa Girişimi, yeni Anayasa’da
olmasını talep ettiği maddeleri 3 Ocak 2012 tarihinde TBMM Anayasa Uzlaşma
Komisyonu’na sundu. Girişimin temsilcileri komisyona sundukları önerilerde
temel olarak anayasanın, doğaya hükmetmeye çalışan insanı değil, doğayı hak
öznesi olarak tanıması gerektiğini ifade etti. Sunulan Ekolojik Anayasa,
dünyayı gelecek kuşaklardan emanet alındığı bilinciyle, doğayla uyum içinde
yaşamanın esas alındığı; su, hava, gen, tohum gibi doğal unsurlar için doğal
kaynak değil doğal varlık nitelendirmesinin benimsendiği, doğada olası
zararlara yol açabilecek faaliyetlerde ihtiyatlılık ilkesinin benimsendiği,
kamu yararında doğal dengelerin gözetildiği, yabani ve evcil hayvan haklarının
güvence altına alındığı, sağlıklı su ve gıdaya ulaşım hakkının benimsendiği hukuksal
düzenlemeler öneriyor. Prof. Ersan Şen T24’teki 3 Ağustos tarihli yazısında
Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun uzlaştığı maddeler arasında ‘Çevre Hakkı’nın da bulunduğu
ifade ediliyor. Uzlaşılan maddenin Ekolojik Anayasa Girişimi’nin talep ettiği
doğa haklarından oldukça geri olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ayrıca Ekim
ayında Meclis’te görüşülmesi beklenen Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma
Kanunu yüzünden orman alanları, sulak alanlar, kıyılar ve bütün diğer
doğal alanlar geri dönüşü olmayacak tahribatlara karşı savunmasız kalabilir. Yeni
Anayasa tartışmalarında doğanın haklarını Tabiat Kanunu ile ilişkilendirerek ele
almak konuya bütüncül yaklaşmak açısından daha da önemli hale gelmiş durumda.
Dr. Barış Gençer Baykan
Bahçeşehir Üniversitesi - Betam